Bediüzzaman İslam’ın inanç, moral ve vicdani enginliğini, hem de en katıksız ve tesirli şekilde ortaya koyan çağın bir numaralı insanıdır. Hayatını her okuduğumda tekrar kendisindeki yüksek ahlaka, imani derinliğe, vakarına, onuruna, şahsiyetine, tevazusuna, cesaretine bir kez daha hayran oluyorum. Bedüzzaman kendisine “Asrın eşsiz güzelliği” denmesini tam anlamıyla hak eden mükemmel bir şahsiyettir.
Şimdi onun hayatından birkaç bölüm anlatarak gösterdiği olağanüstü ahlakı biraz anlatmaya çalışacağım fakat onda gözüken güzellikler o kadar çoktur ki ancak kısaca bir kısmını aktarabileceğim.
Keskin zekası, harikulade hafızası ve üstün kabiliyetleriyle çok küçük yaşlardan itibaren dikkatleri üzerine toplayan Said Nursi, normal şartlar altında yıllar süren medrese eğitimini 3 ay gibi kısa bir zamanda tamamlamıştır.
Said Nursi daha çocuk yaşlardayken rüyasında kıyametin koptuğunu ve kendisinin mahşer meydanında bulunduğunu görür. “Peygamberimizi bulmalıyım” diyerek Sırat köprüsünün başına gider. Bütün peygamberleri tek tek gördükten sonra Efendimiz Aleyhissalatü Vesselamla görüşür ve ondan ilim talep eder. ALLAH Resulü “Ümmetimden kimseye soru sormamak şartıyla sana ilim verilecektir!” buyurur. Budan sonra Said Nursi için ilim tahsili hayat tarzı olur.
Öğrenim hayatı boyunca pek çok hocası olmuştur. Bunlardan biri olan Fethullah Efendi bir gün kendisine “Geçen sene Suyuti okuyordun, bu sene Cami mi okuyorsun?” diye sorar. Said Nursi “Cami’yi okudum!” cevabını verir.Bunun üzerine, Fethullah Efendi, hangi kitabın ismini söylediyse, Said Nursi’nin, o kitabı okuduğunu beyan etmesi, onu kendisi hakkında hayrete düşürür. Said Nursi, saydığı kitaplardan imtihana hazır olduğunu ifade eder ve fiilen de kendisine yöneltilen bütün soruları en ufak bir tereddüt göstermeksizin cevaplar. Bu da Fethullah Efendi’yi dehşete düşürür. Nihayet kendisine “Pek ala, zekanız harika, fakat ezberleme gücünüz nasıl? Şu kitaptan birkaç satırı iki defa okuyarak ezberleyebilir misiniz?” deyip “Makamat-ı Hariri” isimli kitabı uzatır. Said Nursi’nin kitabı alarak bir sayfasını bir defa okumakla ezberlemesi Fethullah Efendi’yi şaşkına çevirir ve şöyle demesine sebep olur: “Zeka ile hafıza kuvvetinin aşırı derecede bir kimsede toplanması nadirdir.”
Öğrenim hayatı boyunca pek çok hocası olmuştur. Bunlardan biri olan Fethullah Efendi bir gün kendisine “Geçen sene Suyuti okuyordun, bu sene Cami mi okuyorsun?” diye sorar. Said Nursi “Cami’yi okudum!” cevabını verir.Bunun üzerine, Fethullah Efendi, hangi kitabın ismini söylediyse, Said Nursi’nin, o kitabı okuduğunu beyan etmesi, onu kendisi hakkında hayrete düşürür. Said Nursi, saydığı kitaplardan imtihana hazır olduğunu ifade eder ve fiilen de kendisine yöneltilen bütün soruları en ufak bir tereddüt göstermeksizin cevaplar. Bu da Fethullah Efendi’yi dehşete düşürür. Nihayet kendisine “Pek ala, zekanız harika, fakat ezberleme gücünüz nasıl? Şu kitaptan birkaç satırı iki defa okuyarak ezberleyebilir misiniz?” deyip “Makamat-ı Hariri” isimli kitabı uzatır. Said Nursi’nin kitabı alarak bir sayfasını bir defa okumakla ezberlemesi Fethullah Efendi’yi şaşkına çevirir ve şöyle demesine sebep olur: “Zeka ile hafıza kuvvetinin aşırı derecede bir kimsede toplanması nadirdir.”
Daha sonra Said Nursi burada Usul-i Fıkıh ilmine dair büyük bir kitap olan “Cemul-Cevami” kitabını bir haftada, her gün bir iki saat çalışarak okur. Bu okuması, kitabı ezberlemesine yeter ve Fethullah Efendi’yi kitabın kapağına şu ifadeyi yazmaya sevk eder: “Cemul-Cevami isimli kitabın bütününü bir haftada ezberledi!”
Zamanın Bitlis Valisi Ömer Paşa, kendisini çok ısrarlı bir şekilde davet ettiğinden bu arzuyu geri çeviremez ve bir dönem Vali’nin konağında kalır. Said Nursi burada kelam, mantık, nahv, tefsir, hadis ve fıkıh ilimlerine dair bir çok kitap okuyup İslami ilimlerin ana kaynaklarından 80 kitaptan fazlasını ezberler. Bunları her gün ezberden okumak suretiyle 3 ayda bir devreder. Yüksek ilminden dolayı kendisine çok büyük ikram ve ihtiramlar olur. Başka bir zaman Van’a gider ve Tahir Paşa’nın konağında kalır. Burada bulunan kütüphaneden büyük ölçüde faydalanır. Kısa zamanda tarih, felsefe, coğrafya, matematik, jeoloji, fizik, kimya, biyoloji, ve astronomi gibi bilimleri, bu bilimlerde uzmanlaşacak kadar öğrenir.
Genç yaşlarından beri ilmi münazaralara katılmakta olan Said Nursi, bu münazaralarda gösterdiği akıl almaz başarı sayesinde diğer alimler tarafından çok büyük bir takdir görmüş ve “Said-i Meşhur” ve “Bediüzzaman” diye anılır olmuştur. 1907 senesinde İstanbul’da, Fatih semtindeki Şekerci Hanına yerleşir ve odasının kapısına şöyle bir levha astırır: “Burada her suale cevap verilir, her müşkül halledilir. Fakat sual sorulmaz.”
Hasan Fehmi Başoğlu bu konudaki hatırasını şöyle anlatıyor: “Bir gece, ilahiyat ilimlerinden bahseden gayet derin ve ancak birkaç kitapta bulunan mevzuları soru halinde hazırladım. Ertesi gün kendisini ziyarete gittim, soruları sordum. Sanki o akşam beraber imişiz ve kitaba beraber bakıyormuşuz gibi, sorularımın cevabını tam olarak verdi. Ben tamamen mutmain oldum ve kesin olarak anladım ki, onun ilmi bizimki gibi kesbi (gayret gösterilerek elde edilen) değil, vehbi (ALLAH vergisi)dir.
Bediüzzaman’ın cesareti ise tek kelimeyle “eşsiz”dir. Bediüzzaman bir vesileyle Sultan Abdulhamitle görüşür. Mevcut sistemdeki bazı eksiklikleri eleştirir. Bundan dolayı Sultan’ın yakınındaki bazı adamlar onu askeri mahkemeye sevk ederler. Bu mahkemede öyle büyük bir cesaretle konuşur ki, mahkeme reisi Bediüzzaman’ın deli olup olmadığını tespit ettirmek için onu bir doktora yollatır. Doktor kendisini muayene ederken Bediüzzaman öyle bir açıklama yapar ki doktor şöyle demek zorunda kalır: “Eğer Bediüzzaman da zerre kadar bir delilik varsa, bütün yeryüzünde tek bir akıllı insan yok demektir.”
Bundan hemen sonra Bediüzzaman Emniyet Müdürlüğüne gönderilir ve Emniyet Müdürü kendisine şöyle der: “Padişah sana selam etmiş, bin kuruş da maaş bağlamış.” Bediüzzaman da “Ben maaş dilencisi değilim… Kendim için gelmedim, memleketim için geldim” der. Müdürün, “İradeyi reddediyorsun. İrade reddolunmaz” demesine mukabil, o “Reddediyorum, ta ki Padişah darılsın, beni çağırsın, ben de doğrusunu söyleyeyim!” der. Müdür “Bu işin neticesi vahimdir!” deyince de şu müthiş açıklamayı yapar: “Neticesi deniz olsa, geniş bir kabirdir. İdam olunsam bir milletin kalbinde yatacağım. Hem de İstanbul’a geldiğim vakit, hayatımı rüşvet getirmişim. Ne ederseniz ediniz. Bunu da ciddi söylüyorum!”
31 Mart hadisesi meydana gelir. Bediüzzaman’ın gizli düşmanları bu hadiseyi bahane ederek, hiçbir alakası olmamasına rağmen onu da mahkemeye çıkarırlar. Bu hadiseye ismi karışan on beş kadar hoca idam edilir. Bediüzzaman, onlar mahkeme binasının bahçesinde asılı durdukları ve kendisi de pencereden onları gördüğü bir halde, sert bir şekilde muhakeme olunur. Üstad’ın tavrı ise daha sert olmuştur: “Bu asılanlarla beraber gitmeye hazırım. Nasıl ki, bir bedevî, İstanbul'un güzelliğini işitmiş, fakat görmemiş; nasıl müthiş bir arzuyla görmeyi ister! Ben de acayip ve garip şeylerin sergisi olan ahiret alemini öyle büyük bir arzuyla görmek istiyorum. Beni oraya sürmek, bana ceza değil! Sizin elinizden gelirse, beni vicdanen azaplandırın! Ve illâ başka suretle azap, azap değil, benim için bir şandır!”Bediüzzaman bu dehşetli mahkemeden idamını beklerken beraat etmiş ve mahkemeye teşekkür etmeyerek, yolda Bayezid'den tâ Sultanahmed'e kadar, arkasında kalabalık bir halk kitlesi mevcut olduğu halde dimdik yürümüştür.
Bediüzzaman 1. Dünya Savaşında gönüllü alay kumandanlığı yapmış ve talebeleriyle yaptığı müdafaalarla Ermenilerin ve Rusların gönlüne korku salmıştır. Üstad’ın savaştaki hünerleri saymakla bitmez. Ayrıca fevkalade bir şekilde vücuduna pek çok gülle isabet etmesine rağmen kendisine hiçbir şey olmadığı bizzat talebelerinin şahitliğiyle sabittir. Üstad bu savaşın sonunda hem yaralı, hem de ayağı kırık bir şekilde 33 saat su ve çamurun içinde kalır. Fedakar talebeleri de kendisiyle beraberdir. Üstad talebelerine “Beni bırakın, siz kendinizi kurtarın!” demesine rağmen talebeleri kendisini bırakmaz.
Daha sonra Üstad Hazretleri Ruslar tarafından esir edilir. Esir kampında başından şöyle bir olay geçer. Rus orduları Başkumandanı Nikola Nikolaviç esir kampını teftişe gelir. Herkes ayağı kalkar, fakat Bediüzzaman kalkmaz. Nikolaviç bir tercüman vasıtasıyla “Beni tanımadılar mı?” der. Üstad da “Evet, tanıdım. Nikola Nikolaviç’tir” der. Nikolaviç “O halde niçin kalkmadılar?” der. Üstad Hazretleri “Ben İslam alimiyim. Eğer sana kıyam etseydim mukaddesatıma hürmetsizlik etmiş olurdum. Onun için ben sana kıyam etmem” deyince de, Üstad’ın infazına karar verilir. Çevresindekiler kendisine “Özür dile, belki kurtulursun” derler. Fakat Üstad’ın kararı kesindir: “Ben ahiret diyarına göçmek ve Huzur-u Resulullah’a (s.a.v.) varmak istiyorum. Bana bir pasaport lazımdır. Ben imanıma muhalif hareket etmem!”Üstad Hazretleri infazdan evvel namaz kılmak istediğini söyler. Kendisine izin verilir. Nikolaviç kendisini hayranlıkla izler ve daha sonra Üstad’a şu açıklamayı yapar: “"Beni affediniz. Sizin beni aşağılamak için bu hareketi yaptığınızı zannediyordum. Hakkınızda kanunî muamele yaptım. Fakat şimdi anlıyorum ki, siz bu hareketinizi imanınızdan alıyorsunuz ve mukaddesatın emirlerini yerine getiriyorsunuz. Hükmünüz iptal edilmiş; dinî salâhatinizden (salihliğinizden) dolayı şâyân-ı takdirsiniz. Sizi rahatsız ettim, tekrar tekrar rica ediyorum, beni affediniz."
Evet, Bediüzzaman’da cesaret öylesine doruklaşmıştır ki, arkasından çevrilen onca oyuna ve yapılan onca suikaste rağmen boynundaki kefeniyle ölüme meydan okuduğunu göstermiş ve kendisi hakkında söylenmiş bir söz olan “O, mahkumken bile hükmediyordu!” sözünü tamamen hak etmiştir. Mesela bir mahkemede kendisinden sarığını çıkarmasını isteyen bir hakime şöyle kükremiştir: “Bu sarık ancak bu başla birlikte çıkar!”
Ömrünün yarısını hapis ve sürgünlerde geçiren bu iman mücahidini defalarca zehirlendiği, kışın en soğuk günlerinde hücresinde ıslatıldığı ve akla hayale gelmedik işkencelere maruz kaldığı halde ayrıca çok fazla hastalığı olduğu halde davasına olan sadakatinden zerre miktar taviz vermemiştir.O, bin bir günahın sel olup aktığı karanlık bir çağda, aklını, kalbini, fıtratını, dolayısıyla insanlığını bozulmaktan korumuş bir irade insanıdır. Bu haliyle o, sanki 20. asra Asr-ı Saadet’ten düşmüş gibidir. Üstad Hazretlerinin dini yaşamadaki hassasiyeti, imanı, ihlası, iffeti, takvası, tasavvufi yönü, sünnete bağlılığı ve İslam’ı yaşama ve yaymadaki cihadı da benzersizdir. Ömrü boyunca bir kere bile laubali hareket ettiğine, yalan söylediğine ve günah işlediğine şahit olunmamıştır. O, ısmarlama bir zattır. Bu yüzden Cenab-ı Hakk onu her türlü kötü şeyden muhafaza buyurmuştur.
Bediüzzaman’ın eşiz özelliklerini anlatmaya kitaplar yetmez. Ama onun hikmetli bir sözü belki de onu anlatmaya yeter: “Hakiki imanı elde eden adam kainata meydan okuyabilir” Bediüzzaman’ı anlamak, onun tefekkür boyutunu kavramak ancak onun gibi yüksek bir akılla mümkün olabilir. Ondaki bu mükemmel yönler ancak olağanüstü beğeni ile izlenebilir. Kendisi Müslümanların özeneceği ve üzerlerinde oluşmasını isteyeceği bütün güzelliklerin tamamını üzerinde barındıran kişidir ve Asrın eşiz güzelliği sıfatını tam olarak hak etmiştir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder